KİTABIN ADI: Atatürk Konuşuyor
KİTABIN YAZARI: Falih Rıfkı ATAY - İsmet BOZDAĞ
YAYINEVİ VE ADRESİ: Tekin Yayın Dağıtım
BASIM TARİHİ:1998
KİTABIN YAYIM MAKSADI: Kurtuluş Savaşı’nın öncesi , bu büyük eylemin hazırlık dönemidir. Atatürk’ün padişahı etkilemeye çalıştığı, sadrazam ve vezirlerle çekiştiği, parlamentoyu düşüncesi yönünde karar almaya zorladığı, gazete çıkardığı, gizli ihtilal örgütleri kurduğu karmaşık ve dinamik bir dönemdir. Mustafa Kemal Paşa’yı ATATÜRK yapan nutuk öncesi dönemi anlatan bu kitaptaki anılar; Atatürk’ün bizzat kendisinin Falih Rıfkı ATAY ve Mahmut SOYDAN’a anlattıklarıdır.
KİTABIN ÖZETİ :
1. ATATÜRK’ÜN ANILARI (1917-1919) :
Ben, Birinci Dünya Savaşı’nın müttefiklerimiz için iyi bir sonuç vereceğine güvenmiyordum. Fakat savaş başladıktan sonra bulunduğum cephelerde savaşı başarıya ulaştırmaya çalıştım. Öteki cephelerde ise, sanki tersine bir yarışma vardı.
Başkomutan vekili Enver Paşa Sarıkamış’ta bir ordu mahvetmişti. O ve arkadaşları ordunun yabancı komutanların eline bırakılması ile Türk Milletini uygunsuz duruma sokmuşlardı. Ordunun kayıtsız şartsız, bütün sırları ile Alman asker heyetine verilmesi ve yönetimine bırakılmasından çok üzgündüm. Bu açıdan Alman asker heyetini tenkit etmek yerine asıl tenkide layık olanların bizim devlet reisimiz ve devlet adamlarımız olduğunu düşünüyordum. Bu durumu öğrendiğim zaman, sesimin erişebileceği makamlara kadar itirazlarda bulunmayı kendime görev saymıştım. İtirazlarıma kimse cevap vermedi. Büyük bir hata içinde bulunduklarını söylemeye devam ettim.
Zavallı Talat Paşa !
Kendisinin serseri bir Ermeni kurşunu ile Berlin sokaklarında yere serildiğini işittiğim zaman ne kadar üzülmüştüm. Sadrazam olduğu günlerden birinde, sadaret makamında kendisine bazı hayati meselelerden bahsetmiştim. Verdiği cevaplarla beni güzelce atlattığına inanmış…. Hatta arkadaşına hikaye etmişti. Fakat iki gün sonra, kendisini telaşa düşüren bu durum ortaya çıkınca, beni gece yarısı evine davet edip çare ve tedbir sormak lüzumunu hissetti. O gece, telaşlı sadrazamın meclisinde aynı arkadaşım da hazırdı.
“Benden fikir ve mütalaa soruyorsunuz, söylemekte mazurum. Çünkü ben size daha üç gün önce, bu hayati mesele hakkında fikir ve mütalaamı söylemiştim. Siz ise beni atlattığınızı sanmış, hatta bundan pek neşelenmişsiniz.”
“Asla” dedi …. “ Söylediğiniz zat, yanınızda oturuyor.” dedim.
O devrin ruh yapısını anlatabilmek için, Osmanlı Devlet adamlarından diğer büyük birisini de yeri gelmişken hatırlayalım:
Arıburnu’nu ve Anafartalar Muharebeleri yapmış bir komutandım. Memlekete bir hizmette bulunmuştum, o hareketle bilhassa Başkenti (İstanbul) kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu küçük hizmeti yapmış olmamdan memnun olabileceğini umduğum Osmanlı Devlet adamlarını ziyaret ediyordum. Ayrıca bu ziyaretlerde ilim, fen, sanat ve olaylar bakımından memleketimin ölüm - kalım hali için düşüncelerimi söylemek istiyordum.
Sayın Dışişleri Bakanını da görmek inancına saptım. Bakanlığın bir müsteşar muavini vardı. Sofya Sefaretinden tanırdım; Halil bey. Önce bu güzel kalpli adamı makamında buldum. Nazır (Bakan) Beyefendi’den “Bekleme” buyruğu geldi, bekledim. Bekleme haylice uzadı. Bu sırada muhterem Nazır bey, çok enteresan ziyaretçilerini kabul etmekteydi. Sonra gelenler bile kabul edilmekteydi. Müsteşar muavinine, “Beyefendi hazretleri beni unuttular.” dedim. “Beklesin” buyurmuş. Bir ara odacı “Buyurun efendim” dedi. Muavin beyle ciddi bir konu üzerinde konuşuyordum. “Beklesinler!” dedim. Muavin ile olan konuşmamızın biraz uzatılmış ayrıntılarının sonuna kadar gitmedim. Nazır beyefendinin muhteşem bürosuna girdiğimde beni iltifatlarla ayakta kabul etti ve gerek askeri ve gerek politik durumun çok parlak olduğunu söyledi. Nezaket gereği teşekkür ettikten sonra yorumlarımı söylememe izin verip vermeyeceğini sordum. “Hay, hay efendim” dedi. Dedim ki:
“Genel durumun, sizin açıkladığınız gibi olmasını çok isterdim. Fakat ben en çetin ve güç sonuçlar alınabilen savaş alanından geliyorum. Memleket ve her şey mahvolmak üzeredir. Şunun bunun söylediklerine inanarak politikanızı yürütmeye devam ederseniz sonuç daha kötü olacaktır. Çok sert ve ciddi tavırla şu karşılıkta bulundu.
“Komutan Bey, biz size saygı gösterdik. Çünkü bize dediler ki, Arıburnu, Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal hizmet etti. Fakat bu konuşmaların ve tenkitlerin muhatabı ben değilim. Ben ordu başkomutanına, onun genelkurmayına, bütün bakanlar kurulu arkadaşlarımla birlikte derin ve sarsılmaz güven taşıyan bir nazırım. Sizin bilmediğiniz gerçekler olabilir: Ben size bunları açıklamakta mazurum. Şüphelerinizi gidermek için başkomutanlığa başvurunuz.”
“Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim.” dedim. “Yalnız müsaadenizle şunu arz edeyim ki, önce ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile, çok küçük rütbeli subaylıktan beri temasa geçmiş bir askerim. Türk ordusunu, onun faziletini, değerini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Şimdiki önemli politik mevkiinizde gerçekle yüz yüze gelmiş değilsiniz. Bana bir şey salık verdiniz ki, ben onu yapamam: Genelkurmaya başvurmak tereddütlerimi gidermek…. Beyefendi farkında değil misiniz ki artık bu memlekette milli bir genelkurmay heyeti yoktur. Bir Alman genelkurmayı vardır. O Alman genelkurmayı ki, ilk iş olarak benim gibi dik başlı bir askeri ordudan çıkarmak kararı verdi. Beni o heyete mi gönderiyorsunuz?”
Birkaç gün sonra işittim, bu Nazır beyefendi benden bakanlar kurulunda yakınmış ve cezalandırılmamı istemiş. Kahkahalarla güldüm. Evet, o zamanlar herhangi bir Mustafa Kemal böyle içi dışı çürümüş, bozuk bir sülalenin ismi padişah olan reisine arkasını vererek kendisini kuvvetli sanan bir heyet tarafından cezalandırılır düşüncesi yaygındı. Fakat ben, başı ve sonu belli olmayan, kimi kendini bilgin, kimi kendini doktor sayan bu adamların, sade Mustafa Kemal’e bir şey yapamayacaklarından emindim. Bir şey yapabilirlerdi; o da Mustafa Kemal’i yakalamak ve asmaktı. Halbuki ben, o günkü isyanımın millet arasında duyulmasını nimet bilirdim. Onlar buna cesaret edememişlerdir. Niçin?…. Sanırım, yapabileceklerine emin olmadıklarından….
Birinci Dünya Savaşına girdikten sonra, bu savaşın feci sonuçlarını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Kanal harekatı aleyhindeki baş kaldırışım bana teklif olunan “Hicaz Kuvveti Seferiyesi” komutanlığı sırasında söylediğim ve benimsettiğimi sandığım halde faydasını göremediğim tenkitler ve bunun gibi birçok mücadele sahneleri birbirini izledi. En sonunda “Yıldırım Ordusu” gurubunun serüveni ile, benim bu gurupta asıl Yıldırım Ordusu komutanlığım herkesin bildiği bir şeydir. Hatırladığıma göre, önüne geçilmez başkaldırışım, işte bu olayda olmuştur.
Artık susmayı ve alçak gönüllü olmayı sona erdirmenin sırasıydı; ben de bu anı kaçırmadım. Felaketin coşkun bir nehir gibi Türkiye üzerinden aktığını görüyordum. Nasıl dayanıp susabilirdim? Sonuç ne oldu? Benim gözden düşmem! Bu sözcüğü özellikle kullanıyorum, ben hayatta gözden düşmeyi, uzaklaştırılmayı kabul etmiş bir adam değilim. O zaman benim halimi gözden düşme, uzaklaştırma görenlere gülmüştüm. Çünkü bundan ne çıkabilirdi? Eğer ben sıradan gurur sahibi bir insan olsaydım ve bütün tahminlerimin doğru çıktığını görmekten zevk alsaydım ne olacaktı? Memleketin düşkünlüğünden nasıl zevk alabilirdim? İsterdim ki benden öncekilerin yanlışlarını düzeltebileyim, çamur ve batağa düşmüş Türkiye’yi çekip çıkarabileyim.
Yedinci Ordu yani Yıldırım Ordusunun ilk defa komutanı olduğum sırada 6. Ordunun da dahil olduğu grup komutanı general Falkenhayn’ın askerlik ve iç politika bakımından izlediği usul ve tutum aramızda önemli bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma, sonunda büyük makamlara yansıdı; ben çok önem verdiğim düşüncelerime itibar edilmediğini görünce susmadım. Kendi kendimi ordu komutanlığından af ve hatta vekil’imi de bizzat tayin ederek görevime son verdim ve üst makamlara bildirdim. Fakat bu istifamın, yüksek makamlara ve bütün millete anlatmak istediğim gerçek anlamını gözden kaçırmak ve komutanlıktan, basit bir sebeple çekilmiş olduğumu ortalığa yaymak için beni eski orduma İkinci Ordu Komutanlığına tayin ettiler. Onu da reddettim.
Bir aylık süre için izinli olduğumu bildirdiler. Halep’ten İstanbul’a gitmek için tren ücreti ödeyecek kadar param olmadığını bilmiyormuşum…
Falkenhayn karargahından bir genç Alman Subayı evime geldi ufak ve zarif sandıklar içinde Falkenhayn tarafından bana bazı şeyler getirdiğini söyledi. “Bunlar nedir?” dedim. Alman Subayı Mareşal Falkenhayn tarafından bir miktar altın gönderilmiştir. Kimseye, hiç bir ihtiyacımdan söz etmemiştim; ama sandım ki, mareşal bu parayı ordunun ihtiyacı için harcanmak üzere göndermiştir. Onun için tercümanlık eden Türk subayına dedim ki “Bu sandıklar bana yanlış geldi. Ordunun levazım başkanına gönderilmek gereklidir, benim için ağırlıktır. “Alman Subayı hemen, “Efendim, o da başka” dedi. Bizim subaya, “paranın miktarını bu subaydan iyice öğren huzurunda alındığına dair bir senet yaz, imza edeyim.” dedim. Subay emrimi yaptı; fakat Alman Subayı senedi almak istemedi. Tekrar “Bu subay bilmiyor, dedim senedi alsın ve mareşale versin, siz de bu parayı gelip alması için levazım başkanına haber gönderin ….”
Bu sandıklar ve içindeki altınlar ordunun levazım başkanlığında, benim bunlara karşı verdiğim senet de Falkenhayn’ın gizli kasasında birkaç ay beklediler. Kendimi Yedinci Ordu komutanlığından affettirdikten sonra, komutanlığa vekil olarak bıraktığım Ali Rıza Paşa’ ya bu sandıkları teslim ettim ve kendisinden teslim aldığım senedi o sıralar yaverim bulunan Cevat Abbas (Bolu Milletvekili), Salih (Bozok) beylere vererek; “Hemen, Falkenhayn’ın karargahına gideceksiniz, bizzat kendisini görüp bu senedi vereceksiniz ve benim kendisinde bulunan senedimi alacaksınız.”
Yaverlerim, buyruğumu harfi harfine yapmışlar az sonra yanıma gelerek dediler ki; “ Müşir Falkenhayn, size böyle bir para verdiğini hatırlamıyor, ve bu para için sizin imzanızı taşıyan bir belgenin kendisinde olduğunu bilmiyor. Yaverlerime dedim ki; “İkiniz tekrar gideceksiniz ve diyeceksiniz ki; “Verdiğiniz altınlar olduğu gibi saklanmaktadır. Buna karşılık size senet verilmiştir. Senet olmadığını savunmak altınların varlığını ortadan kaldırmaz. Belgeyi kaybetmiş olabilirsiniz, o halde verdiğiniz altınları size geri vereceğiz. Aldığınıza dair siz bize vesika veriniz.” ve diyeceksiniz ki “Bizi buraya gönderen komutanın, altın karşılığı memleket menfaatleri üzerinde müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını çoktan öğrenmeliydiniz. Hala bunda tereddüdünüz var ise komutanımız bunu size ve kamuoyuna daha başka türlü ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan çok daha değerli olan “Mustafa Kemal” imzası sizde kalamaz. “Emir verdiğim insanlar grup komutanı Falkenhayn’ı tanıyan adamlar değildi, fakat beni çok iyi tanıyorlardı. Onun için bir saat sonra Falkenhayn’ın elinden benim imzamı taşıyan kağıt parçasını alıp dönmüşlerdi.
Kolayca tahmin etmek mümkündür ki, Mareşal Falkenhayn beni, belki benden başka bir çoklarını, böyle sandıklarla altın vererek baştan çıkarmak yolunda idi.
Çok yıllar önce 3 ncü Ordu genelkurmayının küçük bir odasında O, kurmay binbaşı Cemal Bey, ben kurmay kolağası Mustafa Kemal Bey olarak tanıştık. Cemal Bey çeşitli tecrübelere sahip zekası, çalışkanlığı ile üstlerini kazanmış rütbesi küçük, fakat mevkii büyük bir durumda idi. Ben ise okuldan yüzbaşı çıkar çıkmaz, tutuklanmış, hapsedilmiş, sonra da sürülmüş acemi “çömez” bir gençtim. Selanik’te, Hürriyet meydanında Yungu’nun yerinde bir gün salonun bir köşesinde, ufak merdivenle çıkılır bir de oda olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Ufak salon ağzına kadar doluydu. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim. Masada oturanlar çok vatanseverce konuşuyorlar, devrim yapmaktan, devrim yapabilmek için büyük adam olmaktan söz ediliyordu. İçlerinden biri bağırdı; “Cemal gibi olmak isterim” sofradakilerin hepsi “Bravo, dediler, Cemal gibi” sonra, hiçbirini yakından tanımadığım bu kişiler hep birden bana döndüler. Ben durgun ve gözlerimi gözlerine dikerek baktım. Bu bakışımla tabi bir şey anlatmak istiyordum, bu manaya dikkat eden yoktu. Cemal Bey hakkındaki kendi düşüncelerine katılmamı bekliyorlardı. İçimden şu düşünceler geçti “Bir adam ki, büyük olmaktan söz eder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketini kurtarmak için önce “Büyük” olmak gereklidir, der ve bunun için örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtarılamayacağı kanaatinde bulunur bu adam, adam değildir.” Sofra arkadaşlarımı memnun etmediğimi fark ettim. Kendi kendilerine şöyle düşünmüş olabilirler “Bu acemi efendi kendini o kadar büyük görüyor ki bu adam arkadaşımız olamaz…! O gece sofrada iki görüş billurlaştı. Bir görüşe göre önce büyük adam olmak, sonra memleketi kurtarmak lazımdır. Öteki görüşe göre, büyük adam lafta olmaz, önce memleketi kurtarmalı, kurtardıktan sonra bile büyüklük söz konusu değildir. Size bu olayı bu günkü duygum bu günkü tecrübemle söylemiyorum, Yungu’nun özel odasındaki gözlemlerimin getirdiği fikir bu idi.
Bir gün Cemal Bey, Selanik gazetelerinden birine imzasız bir baş yazı yazmış. Beraber çalıştığımız daireden çıkmış, tramvaya binmiş gidiyorduk. Cemal Bey “Bu baş yazıyı okudunuz mu ? “Hayır”, “Oku” dedi. Okudum “nasıl?” diye sordu “Sıradan bir yazı” dedim. Amma yaptın ha, bunu ben yazdım” dedi, cevap verdim. “Affedersiniz bilmiyordum. Yazmamış olmanızı temenni ederdim” ve ekledim. “Cemal Bey bir takım kimselere kendini beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Biraz feragat sahibi olmak gerektir. Şunun bunun pohpohlamasından kuvvet almaya tenezzül etmeyiniz. Büyüklük odur ki, hiç kimseye yüz vermeyeceksin; hiç kimseyi aldatmayacaksın; memleket için gerçek ülkü ne ise, onu görecek, ona doğru yürüyeceksin! Herkes senin arkandan konuşacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, işte sen burada direneceksin!… Önüne sonsuz engeller yığacaklar; sen kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç bilerek kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın!… Ondan sonra sana “Büyüksün” derlerse, onu diyenlere de güleceksin. Cemal Bey sözlerimi sükunetle dinledi, bana hak verdi.
Evet Halep’ten İstanbul’a gitmek için, tren ücreti ödeyecek param olmadığının farkında değilmişim. Yalnız beş-on atım ve kısrağım vardı. Salih’i çağırdım ve “Bu atlardan bir kaçını satıp da İstanbul’a gidebilirim” dedim. Benim o en güzel atlarımı pazarda satın alacak bir tek adam çıkmamıştır. Halep’te Cemal Paşa rahmetli ile konuşurken, atlardan bahsettim, kimsenin satın almadığını bana bir yol göstermesini istedim. “Önce baytarlarıma muayene ettireceğim” dedi. Cemal Paşa hepsi için iki bin altın teklif etti, kabul ettim ve bu süratle İstanbul’a hareket ettik. Bir gün İstanbul’da Cemal Paşa imzalı telgraf aldım. “Hayvanlarınızı beş bin liraya sattım, sizden çok ucuz almışım üç bin lirasını nereye göndereyim”. Ben Paşa’ya atlarımı iki bin liraya sattım o beş bin liraya satmışsa üst tarafını bana vermek zorunda değildir. Fakat bu tok gözlü davranışıma rağmen Cemal Paşa merhum, üç bin lirayı Vasıf Paşa aracılığı ile bana göndermişti. Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım.
Evet İstanbul’da Perapalas otelinin bir dairesine yerleştim. Bir gün bana padişahın vekili sıfatı ile Enver Paşa, dolaylı olarak başvurdu. “ Almanya İmparatoru, padişahı genel karargahına davet etti. Fakat padişah, öyle bir geziyi yapamayacak halde bulunduğundan, düşündük, veliaht hazretleri bu geziyi yapsın, kendisiyle arkadaşlık kabul edermisiniz…?”
Ben, böyle bir zat ile geziyi ilginç bulduğum için kabul ettiğimi bildirdim. 3 gün sonra trenle Vahdettin ile geziye çıkmamız kararlaştırıldı. Bana denildi ki; “Geziye çıkmadan önce, veliaht hazretleriyle tanışmalısınız.” Naci Paşa Harbiye’de benim “askerlik terbiyesi” hocamdı. O sıra sanırım onun da Vahdettin’le beraber bulunması uygun görülmüştü. Vahdettin ile sarayında birleştik. Redingotlu adamlarla dolu olan odada bir başka redingotlu adam görüldü. İçeri girerek kanepenin sağ köşesine oturdu. Bu zat bir defa gözlerini kapadı, derin bir vecde daldı, neden sonra gözlerini açtı ve bize lütfen iltifat etti; “Sizinle müşerref oldum, memnun oldum.” Tekrar kapadı gözlerini…Bu ince sözlere karşılık vermeye hazırlanırken, içi geçmiş birinin karşısında bulunduğumu fark ettim. Naci Paşa’nın yüzüne baktım, o da çok durgundu, beklemeyi tercih ettim biraz sonra yine gözlerini açtı;
-“Seyahat edeceğiz”, “ değil mi? ” dedi.
Ben çok sıkılmış, bunalmış bir halde;
-“Evet seyahat edeceğiz “dedim. Bir mecnunla karşı karşıya bulunduğumu hemen fark etmiş ve aklı başında bir konuşmaya girmekten kendimi alıkoymuştum. Hemen ayağa kalkıp dedim ki:
-“Efendi hazretleri!.. Beraber seyahat edeceğiz, perşembe akşamı gardan hareket edeceğiz “ veda ettik ve çıktık.
Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendilerinden ne beklenir?…”
-“Hiç…”
Perşembe akşamı gara geldiğimde bir asker müfrezesi savaş töreni düzeninde veliahdı uğurlayacaktı. Vahdettin’in yanına yaklaştım, başkomutan vekili Enver Paşa da orada idi.
-“Bu asker sizi uğurlamak için hazırdır, kendilerini selamlayınız” dedim. Vahdettin yüzüme baktı. Bu bakışı ile “Nasıl?” demek istiyordu. İşaret ettim:
-“Siz yürüyünüz arkanızdan biz geleceğiz. “Vahdettin askerin önünden geçerken iki elleri yukarıda, tuhaf selam vererek yürüdü. Trene bindik, salonun pencerelerini açtırarak:
-“Bu pencereden asker ve ahaliyi selamlayınız” dedim.
-“Niçin? Gerekli midir?” dedi.
-“Evet gereklidir.”
Vahdettin, benim pervasız uyarıma boyun eğmiş görünerek dediğimi yapıyordu. Trenimiz İstanbul’ dan hayli uzaklaşmıştı. Bir zat geldi:
-“Efendimiz sizi salona davet ediyor” dedi.
Sarayında genellikle gözleri kapalı konuşan zatı, büsbütün başka buldum. Bir nutuk söyler gibi demeçte bulundu :
-“Afedersiniz paşa hazretleri… Bir kaç dakika önceye kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu izah etmemişlerdi. Ancak şimdi takdir ettiğimiz bir komutanımızla beraber olduğumu anladım. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız ve kazandığınız başarıları biliyorum. İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir komutansınız.” Gerektiği gibi cevaplar verdim. Düşündüm veliaht İstanbul’dan çıkıp kendisini serbest gördükten sonra kişiliğini göstermekte artık sakınca görmüyor. Buna göre ben de olup bitenleri anlatabilirim, bazı konular üzerinde faaliyete geçebilirim umuduna kapıldım. Veliaht’ı böylece hazırlamak, memleket çıkarları için bir görev olduğunu arkadaşlara işaret ettim.
Alman karargahının bulunduğu küçük bir kasabaya gelmiştik. Görkemli bir Alman kıt’ası selamladığı sırada Kayzer karşılamaya katılıyordu. Bu sırada Vahdettin’e denildi ki:
-“Beraberinizde olanları imparatora takdim etmeniz lazımdır.” Veliaht beni imparatora takdim etti. Bir eli göğsü üzerindeki düğmelerin arasına sokulmuş olan imparator, öteki eliyle benim elimi tuttu ve çok yüksek bir sesle Almanca olarak ;
-“On Altıncı Kolordu… Anafarta” sözlerini telaffuz etti.
Bütün oradakiler bana döndüler. Ben Kayzer’in ne demek istediğini anladığımdan sıkıldım ve önüme baktım. İmparator benim bu mahcup ve alçak gönüllü davranışımdan kuşkuya düşerek yanlış bir şey söylemiş olması ihtimalini düşünmüş olsa gerek, bana sordu:
-“Siz On Altıncı Kolordu Komutanlığını ve Anafartalar’ı yapmış Mustafa Kemal değil misiniz ?” Fransızca;
-“Evet ekselans.” Bu kelimeler ağzımdan dökülür dökülmez hemen anladım ki yanlış konuşmuşum. Sir ya da Kayzer demek gerekti.
Gerek Hinderburg gerekse Lüdendorf Türk Milletine çok avutucu sözler söylüyor, Veliaht da bunlara teşekkür ediyordu. Bir ara güney batı cephesi üzerinde müttefik ordularına karşı giriştikleri parlak saldırıdan söz etti. Saldırının ulaşabileceği sonucu bir de ağızlarından dinlemek istiyordum. Nihayet generale kısa bir soru sordum.
-“En nihayet saldırı güçleri, hangi hatta kadar gideceklerdir?” Biraz düşündü yüzüme baktı:
-“Biz, saldırıyoruz gerisini olaylar gösterecektir.”
Karşılık verdim :
-“Yapılmakta olan saldırı sonucunun ne olabileceğini anlamak için, olayların ve talihin belirmesini beklemeye gerek olmadığını sanıyorum. Çünkü yapılan saldırı en sonunda Parsiyel-Partiel bir saldırıdır.”
Lüdendorf yeni baştan yüzüme baktı, ne demek istediğimi pek iyi anladı. Bir karşılık vermeden sustu. Ziyarete son verildi.
İmparatorluk karargahı yapılan otelin içinde, Vahdettin‘in odasında, Vahdettin, ben ve Naci Paşa konuşuyorduk. Veliahda yakalarını açtığım can alıcı konular üzerindeyiz. Başkomutanlık vekaletinin, Alman ordusuna dayanılarak sürdüreceğimiz fedakarlığın mantıksızlığını anlatmaya çalışıyordum. Yaptığım açıklamalar, veliaht‘n onayı ve uyanıklığını gösteren işaretlerle karşılanmakta idi. Birden Kayzer’in geldiği haber verildi.
Vahdettin imparatora sordu:
-“Türkiye’nin can evine dönük saldırılar durmaksızın ilerlemektedir. Eğer bu saldırılar başarıya ulaşırsa, Türkiye mahvolacaktır; bu saldırıları durduracak, yeterli güvence veren sözlerinizi dinleyemedim. Lütfen bu konuda beni aydınlatır ve rahatlatır mısınız?”
Bu soru üzerine imparator;
-“Anlıyorum ki sizin zihninizi karıştıranlar vardır. Ben Almanya İmparatoru size geleceğin başarılarından bahsettikten sonra, kuşkunuz kalmalı mı?…
Veliaht olumlu bir karşılık vermekle beraber kaygılarının giderilmediğini sözlerine ekledi:
İmparatorun sofrasında, akşam yemeğine davetliydik. Benim solumda Lüdendorf’a Almanca;
-“Sağındaki adamla konuş” dedi. Lüdendorf;
- “ Onu yapıyorum.” karşılığını verdi.
Yemekten sonra Hindenburg’la konuşmak istiyordum. Suriye’de durumun düzelmiş olduğunu oradaki komutanların raporlarına dayanarak söylüyordu. Ben orada görev yaptığımı söyledim ve dedim ki;
-“Suriye’de durumlar düzelmiş değildir. Yalnız bana söyler misiniz, güvenle umduğumuz hedef ve amaç nedir?”
-“Ekselans” dedi. “Size bir sigara takdim edebilir miyim?” Meğer Vahdettin’le konuşan imparator bizim değindiğimiz ve konuştuğumuzla ilgileniyormuş. Mareşal’e sordu;
-“Ne diyor?…”
Mareşal karşılık verdi:
-“Bir şeyler.”
Ben sigaramı yaktıktan sonra Vahdettin’in yanına gittim.
-“Konuştuğunuz Almanya İmparatoru benim size sunduğum kaygıları açıklayacak tek kelime söyledi mi? “
-“Hayır” dedi.
-“Konuşunuz” dedim Hiç olmazsa, Türkiye’deki gerçekleri görmüş olanların varlığına inanacaktır.”
Veliaht:
-“Öyle yapıyorum” dedi.
Artık Batı cephesinde bize güçlü görüntülerini göstermek üzere çeşitli cephelere gönderiliyorduk. Cephede en üst komutan, bütün düzenlemelerin tatlı renklerle gösterilmiş olduğu bir harita üzerinde durumu açıklıyordu. Sözler parlak, ustaca idi. Vahdettin, kulağımı delecek gibi:
-“Ya, buna ne dersin” dedi.
-“Haritada gösterilen bu durumu, yerinde görmek isteğinde bulununuz.”
Öyle oldu. Bizim neresini göreceğimiz konusunda hemen bir plan hazırlanmış. Bunu görünce dedim ki:
-“ Müsaade edilir mi bu sizin yaptığınız planı bırakalım ve benim göstereceğim yere gidelim?”
O anda bir karışıklık oldu. Vahdettin krokiye bağlı götürülmek istenen yöne yürüdü. Ben de asker inadı uyandı, onları izlemedim. Edinmiş olduğumuz haritanın öncülüğüne güvenerek, ateş hattının bir noktasına yürüdüm. Bir ağacın dibine geldim. Orda bir genç subay ağaç üzerinde gözetleme yapıyordu. Benimle gelen Alman subayları da vardı.” Müsaade eder misiniz, bende ağaca çıkayım?” dedim.
-“Hay, hay” dediler, çıktım.
-“Bu düşman düzenlemesi karşısındaki kuvvetiniz, düzenlemeleriniz, yedekleriniz nedir?”
Ateş hattının saf subayları gerçeği söylediler. Piyade kuvvetleri, hemen hemen yetersiz hale gelmişti. Süvari iken piyade gibi kullanmağa mecbur kaldıkları bir kuvvetten söz ettiler; o da yedek güç denecek nitelikten çıkmıştı. Bu bilgiyi aldıktan sonra pervasızca dedim ki:
-“O halde tehlikedesiniz!”
-“Öyle” dediler.
Bu ateş karargahından ayrılırken Alman Kolordu Komutanı yanıma yaklaştı sordu:
-“Siz Veliahtın yaveri misiniz ?
-“Hayır” dedim.
-“Askerlikten çok iyi anlıyorsunuz, Türkiye’de herhangi bir kuvvete komuta ettiniz mi?”
Olumlu karşılık verdim.
-“Mutlaka Alay’a kadar komuta etmiş olacaksınız.” dedi.
Alay’a evvelce komuta etmiş olduğumu söyledim.
-“Fırkaya da komuta ettiniz mi?”dedi. ”Evet” karşılığını alınca:
-“Beni hoş görünüz. Ben Kolordu Komutanıyım ve size babanız yerindeyim. Lütfen en son Komuta ettiğiniz kuvveti söyler misiniz?”
Bu temiz kalpli adamı meraktan kurtarmak istedim:
-“ Muhatabınız, fırka ve kolorduya komuta ettikten sonra bir çok ordulara komuta etmiş arkadaşınızdır.”
Verdiğim bu karşılık Alman Kolordu Komutanını, beni hiç ummadığım bir noktada duygulandırdı.
-“Bağışlayınız biz şimdiye kadar size yanlış hitap ediyormuşuz, demek siz “Ekselanssınız!.”
Alsas’da bir gece valinin evine davet edildik. Bir aralık Vahdettin beni bulunduğu masaya çağırdı. Vali Vahdettin’e bir soru sormuş; Vahdettin bazı karşılıklar vermiş benim pekiştirmemi gerek görmüştü.
Veliahda, söz konusu sorunun ne olduğunu sordum:
“- Ermeniler !” dedi.
Alman Valisi Ermenilerin çok iyi niyet sahibi olduğundan,Türk’lerin Ermenilere karşı yürekler acısı saldırılarda bulunduğundan söz etmiş.Konuğu olduğumuz dost ve müttefik Alman milletinin yüksek bir Valisinin, gelecekteki Türkiye Padişahı ile ve hem de ciddiyetle bu konu üstünde konuştuğunu öğrendiğim zaman hayrette kaldım.Valiye bu hayretimi dile getirdim sonra;
-Müttefikleriniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi, manevi bütün varlığını tüketen Türkiye’ye karşı, tarihin bilmem hangi döneminde var olduğu ileri sürülen ve bu varlığı yeniden diriltmek için dünyayı aldatmaya çalışan Ermenilerden yana konuşmak düşüncesi size nereden geliyor.?..” Bu yanılgı içinde bulunan vali ile alaylı bir dilde konuşmaktan kendimi alamadım.Karşımdaki hemen, bütün söylediklerinin duyuntu olduğundan ve böyle bir davayı gütmekten uzak baktığından söz ederek beni yatıştırmaya çalıştı.Konuşmayı bitirmek için kendisine dedim ki :
-“ Vali hazretleri buraya Ermeni sorununu konuşmak için değil kendisine dayandığımız Alman Ordusunun gerçek durumunu anlamaya geldik. Onu anladık, yeter bir bilgi ile memleketimize dönüyoruz”
Naci Paşa bana dedi ki;
-“Vahdettin beni yaver almak istiyor. Halbuki bilirsiniz ben saray hizmetinde bulunmaktan memnun olmam”
-“Hemen kabul etmeniz gereklidir. Onun yanında pervasızca gerçekleri kendisine söyleyecek biri bulunsun. Gerçi, saray hizmetinde bulunmak güçtür. Fakat memleket için her şey yapılır.” Naci Paşa razı oldu.
Veliaht, yabancı gazetecilerle görüştükten sonra baş başa kaldık.
-“Ben size bir şey söyleyeceğim ve bu girişimde hayatımı size bağlayacağım, memnun olur musunuz?” dedim.
-“Söyleyiniz” dedi.
-“Daha padişah değilsiniz, fakat Almanya’da gördünüz ki imparator, veliaht ve prensler her biri bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalırsınız?..”
-“Ne yapabilirim” diye sordu.
-“İstanbul’a gider gitmez, bir Ordu komutanlığı isteyiniz ben sizin kurmay başkanınız olurum.”
-“Hangi ordunun komutanlığını?..”
-“Beşinci ordunun komutanlığını?..”
Bu ordu Liman Von Sanders ‘in buyruğunda bulunan boğazların savunmasında görevli ordu idi: Vahdettin:
-“ Bu komutanlığı bana vermezler.” dedi.
-“ Siz isteyiniz.” dedim.
-“ İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüz.” karşılığını verdi.
Bu benim için umutsuz bir cevaptı. Bundan sonra ben rahatsızlandım, bir ay yataktan çıkamadım. Padişahın öldüğü ve Vahdettin’in tahta çıktığını öğrendim. Naci Paşa aracılığı ile padişahtan görüşme istedim. Kendisi ile Almanya gezisinde olduğu gibi samimi konuşabilir miydim, şüpheliydim. Beni çok sıcak karşıladı ben de umuda kapılarak “Hemen başkomutanlığı kendi yetkinize alınız, kendiniz “Vekil” değil bir “Kurmay Başkanı” atayınız. Her şeyden önce, orduya sahip ve egemen olmak gereklidir. Vahdettin gözlerini kapadı ve:
-“Sizin gibi düşünen başka komutanlar var mıdır?”
-“Vardır.” dedim.
* “Düşünelim.” dedi. izin aldım, ayrıldım.
Birkaç gün sonra padişah beni çağırdı. Bu görüşmede de genel konular dışına çıkmayı başaramadım. Vahdettin çok ihtiyatlı davranıyordu. Hiç bir sonuca varmadan, ayrıldık. Günler geçti ve yalnız olarak padişahla görüşmek istedim. Bu kez de kabul etti. Ben konuşmaya başladım. Vahdettin hızlı bir geçiştirme ile bana karşılık verdi:
-“Paşa, ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak zorundayım. İstanbul halkı açtır. Bunu temin etmedikçe alınacak her önlem vakitsiz olur.” ve gözlerini kapadı.
Ben tilki huylu her dalaverecinin her gün tanığı olduğum yüzlerce örneklerinden biri karşısında bulunduğuma, büyük üzüntü duyarak inandım. Düşündüm ki padişah önce İstanbul halkını kazanmak istiyor.
-“Çok doğru düşünüyorsunuz, fakat İstanbul halkını doyurmak için alınması gereken önlemler, Zat-ı Şahanenizi, bütün memleketi kurtarmak için alınması gereken zorunlu ve ivedi önlemlere baş vurmaktan alıkoyamaz. Kuvvet başkasının elinde bulundukça sizin Padişahlığınız bile sözde kalmaktan kurtulamaz.” Padişah:
-“ Ben gereken şeyleri Talat ve Enver Paşa ile görüştüm!”
Bunu söyleyen zat bir kaç ay önce Talat ve Enver Paşalardan nefret ettiğini söyleyen onları eleştiren Vahdettin idi. Demek istiyordu ki “siz görev yetkinizin üstüne çıkıp benimle senli benli mi olmak istiyorsunuz?” Bundan sonra benim vicdani görevim son bulmuştur. Ayağa kalktım, izin istedim.
Bir gün yanında iki Alman generali olduğu halde namazdan önce beni çağırdı Naci Paşaya yalnız görüşeyim dedim. Naci Paşa elinden geleni yaptı. Padişah tersine onlar yanındayken gelmemi söyleyince gittim.
-“Sizi Suriye’ye komutan atadım. O tarafları düşman eline geçirtmeyeceksiniz.” Cümlesini bitirince Alman generale baktı.
-“Bu Komutan, dediklerimi yapabilir.” dedi.
Benim yerimde bir ahmak olsa ne kadar sevinecekti. Oysa ben bir dalavere karşısında bulunduğumdan ne kadar üzgündüm. Düşündüm diyeyim ki bir zamanlar istifa ederek haklı sebeplerle bıraktığım bir orduya, tekrar beni onun başına gönderiyorsunuz. Fakat tartışmanın anlamı yoktu salonda. Enver Paşanın güleç yüzü karşıma çıktı.
-“Bravo” dedim, “Kutlarım başardınız”. Artık Suriye’de ordu, kuvvet isimden ibarettir. “Beni oraya göndermekle güzel bir intikam alıyorsunuz.” Enver Paşa gülüyordu.
2. DÖRDÜNCÜ ORDU KARARGAHINDA :
Bir gün İzzet Paşa kendilerinin kabineden istifa ettiklerini bildirdi. Ben çekilmiş olmalarını doğru bulmadım; kendisine başbakanlık verilen Tevfik Paşa kabinesini kurdurmak ve yeni baştan İzzet Paşa başkanlığında yeni bir kabine kurulmasını sağlamak zorunluluğuna inandığımı söyledim. Durumu tartıştık ve önerim benimsendi. Yeni bir kabine listesi yaptık. Milletvekili arkadaşlarımla görüştüm. Ben meclisin kesin olarak dağıtılacağına inanıyordum. Meclis salonunda bulunanlarca da önerim benimsendi oy ayrımına başlandı. Ben locada bekliyordum. Kürsüden sonuç açıklandığında hayretler içinde kaldım. Tevfik Paşa kabinesi güven oyu almıştı. Ama hiç kuşkusuz meclis hayatının bir an içinde bin renk alabilecek içerikte olduğundan her zaman uzak kalmış benim gibi bir askerin hayretine pek şaşılmaz.
Padişah Vahdettin ile üçüncü görüşme için Naci Paşaya düşüncelerimi çıtlattım. Görüşmede Vahdettin ustaca bir biçimde sözlerimin önüne geçti dedi ki :
-“Ordunun Komutan ve subayları, inanıyorum ki seni çok severler bana güvence verir misin ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?”. Birden bire bu sorunun amacını kavrayamadım, bir fenalık beklememesini söyledim. Ekledi:
-“Yalnız bu günden söz etmiyorum; bu günden ve yarından.”
Bu bende kuşku uyandırdı. Demek ki yarın padişahın öyle bir hareket yapma olasılığı vardı ki, ordunun vatansever komutan ve subayları bundan üzüntüye düşebilirler. Sonra Osmanlı millet meclisi kapatıldı. Sonraları işittim ki güya padişahın benimle uzun uzun konuşması millet meclisini dağıtmak üzere güya bana akıl danışmış ve ben kendisini onaylayarak ordunun aynı düşüncede olduğunu söylemişim. Bundan sonra üzgündüm, bütün kararlarımız suya düşmüştü. İstanbul sokakları itilaf devletlerinin süngülü askerleri ile dolmuştu. Hala adi bir mendil gibi ayak altında çiğnenen bu çevrede, hala bir saltanat, bir hükümet var sayanlar vardı.
3. HEDEF : PADİŞAH :
Eski arkadaşım Fethi bey ve İsmet bey ile birlikte ihtilalci bir komite kurmaya karar verdik. Fethi bey İstanbul’da “Minber” adlı bir gazete çıkardı. Ben de kendisi ile ortak oldum. Gazetenin ne ölçüde başarılı olduğunu bilmem. Herhalde bu benim ilk ve son gazeteciliğim, başarılı olmamıştır. Bununla beraber çevre yapma çalışmalarımı sürdürüyordum. Kendi kendime şu kararı verdim; uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak sade bir planla Anadolu içine girmek bir süre adsız çalıştıktan sonra, bütün Türk Milletine felaket haberini vermek! İstanbul casus kaynıyordu, beni ittihat ve terakkinin karşıtı sayıyorlardı.
4. HARBİYE NAZIRININ ÖNERİSİ :
Bir ara harbiye nazırı Ahmet Şakir Paşa beni makamına çağırdı. “Samsun ve çevresinde bir çok Rum köyleri Türklerin saldırısına uğramaktadır. Osmanlı hükümeti bu yabani saldırıların önüne geçememektedir. Bu çevrenin güven ve huzurunu sağlamak insanlık adına borcumuzdur.” gibi bir rapor okudu. Raporlar İstanbul hükümetine verilirken bir de protesto eklenmişti.
-“Emriniz Paşam?”
-“Bu böyle midir sanıyorsun?”
-“Sanmıyorum.”
-“İşte, ben Sadrazam Ferit Paşa ile görüştüm, sizi uygun gördüm. Oraya gidesiniz ve sorunun iç yüzünü anlayasınız.”
-“Pekala yalnız müsaade buyurursanız görevime bir biçim vermek gerek, sizi üzmeyeyim istersiniz, genelkurmay başkanınızla görüşerek bunu saptayalım.”
-“Hay hay” dedi.
Genelkurmay başkanı Fevzi Paşayı aradı, yerinde yoktu. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelmediğini söylediler. Merak ettim, çok sonra anladığıma göre sorun şuydu: Suriye Fatih’i general Alenbee, İstanbul’a geleceği zaman harbiye nazırı, Fevzi Paşayı çağırmış ve Alenbee’yi karşılamaya gitmesini istemiş…Fevzi Paşa:
-“Ben bunu yapamam.” demiş ve “Hastayım” diyerek evine gitmiş. Dairede Kazım Paşa ile karşılaştım. Harbiye Nazırı ile görüştü. Kendisinden aldığı direktif şuydu: “Amaç Samsun çevresinde Rumlara saldıran Türkleri tepelemek. Sonra Anadolu’da birtakım ulusal örgütler beliriyormuş, onları da ortadan kaldırmak. Mustafa Kemal Paşayı bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile birlikte bir yetki belgesi vereceğiz!”
Kazım Paşa ile görüşürken kapıların kapalı olmasına dikkat ettim.
-“Onlar ne istiyorlarsa fazlasını ekleyerek bir yönerge kaleme alınız, yalnız, bir iki noktayı ben not ettireyim.”
-“Peki.” dedi.
Benim önem verdiğim yetki sorunu idi. Elverdiğince Anadolu’nun her tarafına buyrultular çıkarabilmeliydim. İstediğim bir başka madde, Samsun’dan başlayarak doğu illerinde bulunan ordu güçlerinin komutanı olmaklığım ve bu güçlerin bulunduğu iller valilerine doğrudan doğruya buyruk verebilmekliğimdi.
Kazım Paşa yüzüme baktı.
-“Bir şey mi yapacaksın?”
-“Evet, bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım.”
Samsun‘da Rumlara baskı yapan Türkler’i sindirmek üzere gönderilmek istenen Mustafa Kemal böylece bütün Doğu illeri için ordu müfettişliği yetkisini almıştır. Nezaretten çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim….
Sadrazam Ferit Paşa “ Yemekten sonra biraz görüşelim” dedi.
-“Bir harita getirsek de müfettiş Paşa onun üzerinde bize açıklamada bulunsa..”
-“Tutalım, Samsun ve çevresinde ne yapacaksınız?”
-“Efendim, Samsun ve çevresinde bazı karışıklıklar varmış. Yerinde yapacağımız inceleme ile düzeltiriz.”
Kanmamış görünen sadrazam biraz heyecanlı bir sesle sordu:
-“Pekala.. Siz bana harita üzerinde nerelere kadar komuta yürüteceksiniz, gösterir misiniz?”
Kuruntuya düştüğü noktayı hemen anlamıştım:
-“Efendim, daha ben pek iyi bilmiyorum. Aşağı yukarı (Küçük haritaya elimi koydum) şu kadarcık bir parça. Cevat Paşa’nın yüzüne baktım.
-“Efendim” dedi. “Paşa elbette o bölgedeki güçlere komuta edecek. Zaten nerede güç kaldı ki.”
-“Zat-ı şahaneyi ziyaret ettiniz mi?
-“İrade buyrulmadı.”
-“Ben bildiriyorum. Yarın kendilerini ziyaret ediniz.”
Yıldız saray’ının ufak bir salonunda Vahdettin ile diz dize denecek kadar yakın oturduk.
-“Paşa, Paşa!…Şimdiye dek devlete çok hizmet ettin!.. Bunların hepsi artık tarihe geçmiştir!.. Bunları unutun” dedi. “Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden önemli olabilir!.. Paşa, Paşa…Devleti kurtarabilirsin!”
Samsun ve çevresindeki asi Türk’leri tepelersem, Vahdettin’in isteklerini yerine getirmiş olacaktım:
-“Merak buyurmayınız efendimiz” dedim. “Yüksek görüşlerinizi anladım, hemen yola çıkacağım.”
-“Başarılı ol” dileğine eriştikten sonra huzurundan çıktım. Yaveri Naci Paşa elinde bir şey tutuyordu.
-“Zat-ı şahane’nin küçük bir anısı” dedi. Kapağının üzerinde Vahdettin’in ilk harfleri işlenmiş bir saatti bu!..
-“Peki teşekkür ederim” dedim.
“Bandırma” vapuru Galata rıhtımında hazır. Tam o sırada dostum Rauf Orbay’ın aldığı bir habere göre ya yola çıkışıma engel olunacağı, ya da vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Beynimde şimşek çaktı hemen otomobile atlayıp rıhtıma geldim. Bundan sonra ancak beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak gerektir.